Hacı Bektaş Veli’yi Nasıl Anlamalı?

                                    
                                                                                                       H. Dursun GÜMÜŞOĞLU*
Araştırmacı-yazar Dursun Gümüşoğlu Bektaşilik inancı üzerine ülkemizin önde gelen aydınları arasında yer almaktadır. UNESCO’nun 2021 yılını “Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre Yılı” ilan etmesi vesilesi ile Gümüşoğlu’nun ADİP ve ADO için kaleme aldığı bir makaleyi sizlerle paylaşıyoruz.

Tarihe damgasını vuran son derece değerli şahsiyetlerden birisi de Hünkâr Hacı Bektaş Veli’dir. Kendisi hakkında bilgilerimizi menkıbevi ve tarihsel kimliği olarak özetlemek mümkündür.

Hacı Bektaş Veli Horasan’ın Nişabur şehrinde doğmuştur. Babası İbrahim Sani, annesi Hatem Hatun’dur. Doğum tarihi ve Hakk’a yürüdüğü tarihle ilgili olarak farklı düşünceler olmasına rağmen 1209 ile 1337 tarihleri arasında yaşadığı muhtelif kaynaklarda yazılıdır.

Meselâ Bektaşi geleneğinde özellikle Hacı Bektaş Veli’nin Orhan Gazi’ye yetiştiği sözlü gelenekte bizlere kadar kesintisiz bir şekilde mevcut olmasına rağmen, Osmanlı Kroniklerinde o döneme yetişmediği, 1271’de Hakk’a yürüdüğü ile ilgili bilgiler vardır. Bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama asıl olan, unutulmaması gereken bir şey var ki; yedi yüz yıldır, üç kıtada hatta Amerika dâhil, oldukça geniş bir nüfuzunun olduğu, insanların iç dünyalarına bir ferahlık ve ışık saldığı, bu gönül ferahlatan ışığın kesintisiz biçimde günümüzde devam ettiği gerçeğidir.

Hacı Bektaş Veli’nin eserleri olarak bilinen sekiz eser vardır, ancak beş tanesine ancak ulaşılabilmiştir. Bu sekiz eserden birincisi ve üzerinde bu yazıda yorum yapacağımız eseri Velâyetnâme’dir. Bu eser onun yaşamını, yaşamındaki ayrıntıları, insan ilişkilerini, insanlara bakış açılarını ve kerametlerini konu edinmektedir. En eski nüshası 1624 yılına aittir. İçindeki bilgiler irdelendiğinde 1480-1490 tarihleri arasında, yazıldığını, yani o tarihlerde daha önceki belgelerden istinsah edildiğini, kopya edildiğini anlıyoruz.

Veli’nin Velayetnameleri
Velâyetnâmelerde keramet içerikli anlatımlara sıklıkla rastlanmaktadır. Öte yandan, 21. yüzyılda insanların yüksekokul okuduğu, yüksek lisans, doktora yaptığı bir çağda, bu kerametler belki biraz masalsı gibi gelebilir ama aslında bu kerametlere farklı bir gözle bakmak gerekir. Çünkü her dönemin bir anlatım dili vardır, her araştırma alanının, biliminin de bir anlatım dili vardır.

Dolayısıyla Velâyetnâmeler hafife alınmaması gereken kaynaklar olup, bununla birlikte 21. yüzyılın bakış açısı ile burada anlatılan kerametlere başka bir bakış açısıyla bakmak gerektiğini de göz ardı etmemek lazımdır.

Meselâ buna bir somut örnek vermek gerekirse: Hacı Bektaş Velâyetnamesi’nde kendisine gelen her misafirleri Kadıncık Ana karşılar, gelenlere sofra açar, bal ve yoğurt ikram ederdi. Bu standart bir uygulama haline gelmiş ve gideceği zaman da yine Kadıncık Ana misafirleri yolculardı. Aslında bu Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri kaç-göç olmayan bir davranış biçimi ve yaşam algısıdır. Dolayısı ile bazı Arap toplumlarındaki kadını öteleyen, kadını insandan saymayan bakış açısının zıddına bir bakış açısı olduğunu görüyoruz.

Buradan bir adım daha ileri gidecek olursak: bu durum Hacı Bektaş Veli’nin inanç yapısının, Hazreti Peygamberin Hazreti Fatıma’ya, Hazreti Ali’ye, Ehl-i Beyt’e aktardığı, insanı merkeze alan, âyetlerin şekillerini inkâr etmeyen ama âyetlerin içindeki manayı yaşamın merkezi ve ruhu olarak kabul eden bir bakış açısının devamı olduğunu görüyoruz.

Velâyetname adlı eserde Anadolu’ya Hacı Bektaş Veli’nin gelişi sırasında, Fatma Nuriye, Hacı Tuğrul, Karaca Ahmet’in muhabette bulunduğu bir esnada sadece Fatma Nuriye ayağa kalkar ve üç sefer “aleyküm selâm, aleyküm selâm, aleyküm selâm” diye cevap verir. Orada bulunanlar “nedir? ne oldu?” diye sorunca “Anadolu’ya bir er geldi güvercin donunda. O selam verdi. Onun selâmını aldım” der. Eğer fiziki olarak buna bakarsanız olay masalsı bir anlatım gibi gelir. Ama bunun perde arkasını merak eder, başka türlü bir tahlille bakarsanız; o ortamda “erliğin, erkeklikte-dişilikte değil kişilikte olduğu” anlaşılır. Yani kadının toplum içinde olması gereken saygın yerini ifade eder. Bu açıdan baktığımızda Avrupa’da kadınların neredeyse 20. yüzyılın ortalarına yakın dönemlerde ancak oy kullanmaya başladığı göz önüne aldığımızda ne kadar önemli bir mesaj olduğu açıkça anlaşılacaktır.

Osmanlı Devleti’nde ilk defa 1831 yılında askere alma ve vergi almak amaçlı olarak nüfus yazılımı yapılmıştır. Daha sonra 1846, 1860’te tekrarları olmuş ve kadınlar yazılmamıştır. Erkeklerin sayısı ikiye çarpılarak yaklaşık genel bir nüfus tespiti yapılırdı. Kadınların nüfusa kayıtları ise ilk defa 1884’ten itibaren başlar, 1905’te tüm Osmanlı coğrafyasında herkesin nüfusa yazıldığı görülür. Şimdi buralardan baktığınız zaman Hacı Bektaş Veli’nin verdiği mesajlarda kadının toplum içindeki yerinin ne olması gerektiği vurgulanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm Tîn Suresi 1-5 âyetleri arasında “Biz insanı en güzel biçimde yarattık (Ahseni Takvim üzere yarattık) sonradan onu esfel-i sâfiline ittik” buyuruluyor. Dolayısıyla biz anlatılara eğer masalsı bir algıyla bakmaz da Velâyetnâmeye acaba ne anlatılmak isteniyor diye bakarsak Hünkâr’ın bakış açılarını çok net bir şekilde görebiliriz.

Yine kendisine intisap etmek için gelen bir derviş adayı yolda rastladığı domuz yavrularının boynuna çıngıraklar bağlar ve hayvanlar korkudan kaçıştıkça arkasından gülüşürler. Hünkâr’a geldiklerinden Hünkâr bunu mana gözü ile görür. Dervişi azarlar ve: “Derviş olacak kişinin hiçbir canlıya eziyet etmemesi gerekir” der. Çünkü yaratılan her şey Cenâb-ı Hakk’ın varlığının bir tazahürüdür. Yunus Emre’nin “Yaratılmışı severiz yaratandan ötürü” sözü bunun en güzel ifadesidir. Bu nedenle Denizlili Asım Kerimi Baba diyor ki:

Sen varlıksın biz gölgeyiz
Biz senin ile zindeyiz
Olursa bir siz bir de biz
İkilik girer araya

Varlığımız senin olsa
Cihan senin ile dolsa
Hâlik mahlûk başka olsa
İkilik girer araya

Vahdet deminden içmezse
Akı karayı seçmez ise
Kerimi kendinden geçmez ise
İkilik girer araya

Yani varlık âleminde yaratılmışı yaratandan ötürü sevmek, yaratandan dolayı her şeyi hoş görmek gerekir. Hacı Bektaş Veli’nin anlatmak istediği bizlere ulaştırmak istediği asıl mesaj bunlardır.

4 Kapı, 40 Makam
İkinci eseri Makâlât adını taşır. En eski nüshaları 1400’lü yıllara aittir. Makâlât, bir velinin söylediği değerli sözlerin yazılı olduğu eserlere denilmektedir. Bu kitapta 4 kapı ve 40 makam denilen seyr-i sülûku yani Bek­taşilik içindeki yücelme, yükselme mertebeleri farklı açılardan anlatılır. En vurgulu, önemli şeylerden bir tanesini belirtecek ve detaya girmeyeceğim.

Bu eserde “Hakk Teâla Hazretleri Âdem’i dört türlü nesneden yarattı ve dört topluluk kıldı. Bu dört topluluğun dört türlü ibadetleri ve dört türlü arzuları ve dört çeşit halleri vardır. Bu Âdem’i yarattığı dört türlü nesne şun­lardır: toprak, su, ateş, hava ve yarattığı dört topluluğa gelince...” diye devam ediyor.  

Yazının devamında “Dört türlü topluluğu, dört türlü nesneden yarattı ve dört topluluk kıldı. Bu dört türlü topluluğun dört türlü ibadetleri, dört türlü arzuları dört çeşit halleri vardır” diyor.

Bilindiği gibi su temizdir ve temizleyicidir. Öyleyse, âriflerin de temiz ve temizleyici olması gerekir. Temiz ve temizleyici nedir? diye soracak olsalar; Ârifler katında her sözün üç yüz yüzü ve bir arkası vardır ve mana ehli katında yetmiş iki yüzü ve bir arkası vardır. Cahil kimseler, cahilliklerinden dolayı kelimenin arkasını anlarlar ve böylelikle kendilerini ateşe atarlar. Ancak ârifler kelimenin hem gerçek yüzünü hem de arkasını bilirler ve kendilerini ateşe atmazlar.

Bir tanığımdan duymuştum. Bir üniversite öğrencisi kız, aynı okulda okuyan arkadaşına Müslüman zannettiği bir arkadaşına Ramazanda oruç tutup tutmayacağını sorduğunda arkadaşı “Ben Ermeniyim” deyince irkilerek geriye çekilmiş şaşkın bir yüz ifadesiyle “Nasıl yani?” demiş. Bu olay toplumun farklı inanç kesimlerinin birbirlerini tanımaktan ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Bu da siyasal Arabizmin etkisine girdiğimizi gösteren çok kötü bir şeydir. Halbuki o kişiyi Hakk murat etmiş Ermeni bir aileden dünyaya gelmesini istemiştir. Bir şiirde “Hak sevmiş yaratmış söz etme gönül” deniliyor. İnsanları inançlarına etnik kimlikleri nedeniyle ötekileştirmek Hünkâr’ın asla benimsediği bir şey değildir.

Bu tespitimizi şu hikâye daha güzel ifade edeceğini ümit ederiz. Hacı Bektaş Veli kıtlık zamanı bir keşişe, dervişiyle buğday çuvallarını kağnı arabasına yükler ve gönderir. Yolda giderken dervişi görenler “Bir ya keşişe mi buğday götürüyorsun, bak burada bizim de ihtiyacımız var, ne olacak sanki sayıyla mı verdiler” deyince derviş de onlara aldanıp buğdayların bir kısmını onlara verir.

Derviş keşişle tanışıp konuşunca onu son derece tevazu sahibi ve Hünkâr’a saygılı olduğunu görür. Buğdayı getiren derviş merak edip; “Mademki bu kadar Hünkârın hayranısın sen burada papazlıkta ne işin var? Deyince kendisine şöyle cevap veririyor, benim o dünya ile ilgili olan işim, benim gönlüm Hünkâr’a bağlı” der ve tahta kapağı kaldırır alt katta bodruma birlikte inerler. “Ey dervîş ben de Müslüman olurdum ama senin gibi Müslüman olmaktan korkarım, emanete hıyanet ederim. Erenlerin bize gönderdiği buğdaydan filân yerde bu kadarını sattın. İçine de saman ve toz kattın buraya getirdinKeşiş gelen buğdayları indirip halka dağıttıktan sonra  dervişi aldı kilisenin içeriden kapısını içeriden sıkıca kapattı. Kilisenin dip tarafına gittiler. Bir taş kapağı kaldırdı, içinden alttaki odaya geçtiler. Burası yer altında oldukça hoş bir yerdi. Tertemiz döşekler serilmiş, içinde elbise, üzerinde elifî taç olan bir bohça ve mihrabın içinde Kur’ân-ı Kerîm, bulunmaktaydı. Keşiş üzerindeki kıyafetleri çıkarttı, bohçadakilerini giydi, tacı başına taktı. Kıbleye dönüp namaza durdu. Namaz bittikten sonra, mihrabın içindeki rahleyi çıkarttı Kur’ân’ı alıp okudu. Bittikten sonra “Derviş biz de Hünkâr’ın dervişiyiz, bunu bil” dedi. Üstündeki kisveleri ve tacı çıkarttı, tekrar keşiş elbiselerini giydi. Dervişe hediyeler verip, onu yolculadı.

Anadolu Erenler Ocağı
Yine aynı yüzyılda çok ilginç bir tarafta Konya’da Mevlâna, bir tarafta Hacı Bektaş, diğer tarafta Yunus Emre öyle bir İslam anlatıyorlar ki herkese model oluyorlardı. O yüzyılda hiçbir Rum, Ermeni veya Hristiyan katliamı yapılma­mıştı. Peki bu insanlar nereye gitti? Bu insanların büyük kısmı, İslâm’ı bu velilerin anlatımlarıyla dinlediklerinden, pek çok insanın artık Hristiyanlıkta kalmasının bir anlamı kalmamıştı. Çünkü hepsinin geçişi kolaylaştıracak ve köprüsü durumunda olan bir İslam algısı vardı. Bunun aktarıcısı da başta Hacı Bektaş Veli ve onun öğrettikleriydi. Onun yoluna giden manevi evlatları da üç kıtada bu düşünceyi örnek yaşamlarıyla yaymışlardır. Şu anda Ame­rika’da dahi Bektaşiliğin temsilcileri o düşünceleri yaşamakta ve orada hâlâ Hünkâr’ın adı anılmaktadırlar.

Mesela Makâlât-ı Gaybiye adlı bir eseri var birkaç örnek ise şöyledir:
- Müminin kalbi Allah’ın arşıdır.
- Zahidin yetmiş yıllık ibadeti arifin bir saatlik tefekkürüne eşittir.
- Bil ki dervişlik ezeli bir saadet ve ebedi bir devlettir. Her kim sır sahibi olursa Yüce Allah on sekiz bin âlemi kendisine sunar ve on sekiz bin âlem onun emrinde olur.

Akılcılığı ifade eden çok önemli sözleri var. Bu münasebetle eserde şu sözler oldukça anlamlıdır: “Bir mürit, bir şey yer ve uyur veya başka şey yapar da şeyh kendisine: sen şunu yedin. Böyle uyudun, derse onun kerametinin ne yararı olur? Çünkü mürit bunları zaten bilmektedir. Şeyhin bu söyledikleri onun bilmediği bir şey değildir. Ancak müridin bilmediği gaibe ait sırlarla onu bilgilendirirse çok büyük faydası olur. O hâlde şeyhten böyle büyük bir keramet gören bir kimse daha değersiz olan bir keramete ilgi göstermez.” Asıl keramet, asıl ikram, onun bilmediğini ona aktarabilmektir diyor.

Aklın önemini anlatmak için ise şunları söylemiştir:  
İman koyundur, akıl da çoban, iblis ise bir kurttur. Çoban giderse kurt koyunu ne yapar?”
İman süt, akıl bekçi, iblisi ise bir köpek gibi düşünelim. Farz edelim ki bunların üçü de aynı evdeler, bekçi evden gittiğinde köpek süte ne yapar?  Böylelikle aklın önemini burada özellikle vurguladığını görüyoruz.
Yine mesela diyor ki Hünkâr:
-Hakiki derviş odur ki kimsenin rencinden kırılmaz, kimsenin incitme­sinden incinmez ve civanmert odur ki kırılmaya müstahak olanı dahi kırmaz.
- Maziyi zikretme onu anmaya gerek yok. Müstakbel için intizar etme yani gelecek için de kaygı çekme. Vaktin hâlin icabı ne ise ona itibar et ve bu kul­luğun vasfıdır diyor.

Hünkâr Fevâid adlı eserinde şöyle bir hikâyesi var. Dönemin Selçuklu Sultanı, Hünkâr’ı davet eder epey sohbetten sonra padişah kendi bulunduğu mertebeye istinaden der ki: “Dile benden ne dilersen” Hünkâr ise o anda hır­kasının üzerindeki konmuş sineği işaret ederek; “Şu sineğe söyle de benden uzaklaşsın.” deyince Padişah: “Ben sineğe hükmetmeye kadir değilim, ben nasıl sineğe hükmedeyim!” Hünkâr ise “O zaman sen bir sineğe dahi hükme­demezken bize ne verebilirsin!” diye cevap içerikli ders verir.

Anadolu’dan Dünya’ya Açılan Yol
Hacı Bektaş Veli, Selçuklu Devleti’nin zayıfladığı, beyliklerin bulunduğu dönemde Anadolu’ya gelmiştir. Moğolların Anadolu’ya yaptıkları aralıksız saldırılar sırasında çaresiz ve ümitsiz kalan halka ümit ışığı olmuş, onların gönüllerine manevi bir güneş gibi doğmuştur. Selçuklu Devleti resmi olarak Farsçayı kabul etmişti. Türkçe halk içinde konuşuluyordu. Bu duruma tep­ki sayılabilecek bir şekilde Hünkâr halk içine Türkçe konuşmuş, Türk dilini, Türklerin İslam’ı kabul biçimini yaşamına örnek almıştır. Yalnızca Anado­lu’daki Müslümanlar tarafından değil yoğun şekilde Hristiyan halk tarafından da çokça sevilmiş ve Balkanlara da gönderilen gönül ehli dervişleri ve babalar vasıtasıyla oradaki Hristiyanların da Müslüman olmasına vesile olmuştur.

Hünkâr’ın Yeniçeri Ocağının piri olması, her ulufe aldıklarında “Pirimiz Kutbü’l-Aktab Hünkâr Hacı Bektaş Veli demine devranına hü diyelim” demeleri onun her çevrede gördüğü sıra dışı saygının ifadesidir. O dönem diğer inanç akımla­rı da varken Yeniçerilerin Hünkâr’ın inanç yapısı sadece Kırşehir civarında kalmamış aksine Bulga­ristan, Romanya, Makedonya, Sırbistan, Mısır, Irak hatta Amerika’da yüzlerce dergâhın kurulmasına, bu dergâhlarda gelene gidene yemek yedirilmesine, içirilmesine, üretime katılmasına ve bilgi aktarımına vesile olmuştur.

İslam’ı Türk toplumunun yapısına uygun, aşırı ayrıntıdan uzak bir özeti­nin özeti anlatımla yani “eline, diline, beline yani edebine sahip ol” diyerek emsalsiz bir şekilde milyonlarca insanın hafızasına kazınmıştır.
Hacı Bektaş Veli İslam’ın öz değerlerini üç kelimeyle özetlemiştir. Onun sözlerinden birkaç tanesi şöyledir:

 
  • Edep urbasını sırtınızdan ölünceye kadar çıkarmayınız.
  • Konuşmada acele etme, doğruyu söylemekten geri durma.
  • Sevgi ve acıma insanlık, hiddet ve şehvet ise hayvanlık sıfatıdır.
  • Şükredenin yardımcısı Allah’tır, murada ermek ise sabır iledir.
  • Müminin gönlü Allah’ın Kâbe’sidir. Gönül ile Hak Teâlâ arasında hicap yoktur.
  • Aşk meydanı erenlerin ve bilenlerindir.
  • İmanın kemali ahlak güzelliğidir.
  • İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
  • İyiliğe karşı kötülük hayvanlıktır.
  • Biz dile ve söze bakmayız, öze ve hâle bakarız.
  • Ayağa kalkacaksan hizmet için kalk. Konuşacaksan hikmetli konuş. Otura­cağın zaman da edeple otur.
  • Âlimin sohbeti cahilin ibadetinden daha faydalıdır.
  • Kimsenin ayıbını arama, kendi ayıbını görücü ol.

* https://www.dursungumusoglu.com.tr/